15 Ağustos 2019 Perşembe

BİZ YİNE SANA GELDİK BOZCAADA


Yıl 2016... Evet üç sene önce...Neden şimdi yazıyorum üç sene önce gittiğimiz yeri?! Keyfim öyle istedi şimdi yazasım geldi de ondan. Güncel ya da popüler olmak istemediğimizi giriş yazımızda biraz belirtmiştik, sayfada sağda bir yerlerde yazıyor. O yüzden buralarda çok oyalanmıyor ve hemen yeryüzünde en sevdiğim yerlerden biri olan Bozcaada seyahatimizi anlatmaya girişiyorum efendim... Buyrun...

Aslında bu, Esra ile adaya ikinci gelişimizdi. Daha önce Selanik'te bir AB projesine katılmış ve oradan dönüşte ülkeye ayak bastığımızda henüz tatilimiz olduğunu fark edip, İstanbul'dan Bozcaada'ya geçmiş, adayla böyle tanışmıştık.

Ama bu kez farklıydı...O yaz, ikimizin de hayatta bir şeylere tosladığımız, çok fazla üzgün olduğumuz bir dönemdi. Şöyle özetleyeyim; evde tek başıma bir koltukta oturmuş ağlıyordum, kapı çaldı açtım, Esra geldi, çok üzgün olduğunu söyledi. Ben de! dedim.Yarım saat ağlaştık. Sonra Esra'yı buğulu gördüğüm bir anda küçük bir valize benim eşyalarımı doldurduğunu hatırlıyorum. "Hadi böyle durmayalım, açılırız" filan diyordu toparlanırken...Sonra da akşamına otobüsle Çanakkale yolundaydık! 

Çanakkale otogarında Geyikli minibüsü beklerken daha önce de yaptığımız gibi, otogardaki küçük büfeden o leziz ev yapımı dere-otlu poğaçalardan aldık ve çayla bir güzel mideye indirdik. Sonra ver elini Geyikli İskelesi, ver elini iki gözümün çiçeği Bozcaada!   

Daha feribotta iken içimiz kıpır kıpır oluyor Esra ile, şimdiden ne iyi ettik de geldik diyoruz. Her seferinde ada ile ilgili en sevdiğim görüntü feribotun adaya yaklaşıp da, iskeleye kıyın kıyın yerleşirken kalenin giderek belirginleşmesi, kale surlarını öpecek kadar yaklaşınca gerçekten de surlara sarılasım geliyor. Yani coşkun akan dere, sonbahar rüzgarında ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları!! Öyle bir lirik havada orta boylum al yazmalım Esra'm ile nihayet adaya ayak basıyoruz. (kısa değil orta diyeyim de şimdi kızmasın!)


Limana yaklaşırken kesişiyoruz: Merhaba Bozcaada Kalesi!
Tabi aniden geldiğimiz için doğru düzgün kalacak bir yer bulamamıştık. Esracığım iş bitiriciliği sayesinde bize iki ayrı pansiyondan yer ayırtmıştı. İlk iki gün şuanda adını bile hatırlayamadığım bir pansiyonun bodrum katında, şu ana kadar adada kaldığım en kötü yer olan basık bir odada konakladık. ( Esra az önce hatırladı burayı ama ismini yazmayayım şimdi, normalde güzel bir yer çünkü ama yokluktan yazık napsınlar, var edip de bize o odayı verdiler.) Son iki gün  Risus Otel'de konakladık. İki yer de Rum Mahallesi'nde ve birbirine çok yakındı.

Risus ile ilgili aklımda kalan şey; kaleyi gören güzel bir terası vardı ve burada kahvaltı yapmak şey gibiydi; çoşkun akan dere, sonbahar rüzgarında.... Tamam sustum:)   

Sokağın Sonunda görülen tarihi kilisesi ile Rum Mahallesi. Kilise bu yıl restore edilecekmiş diye duydum inşallah düzgün bir restorasyon yaparlar da bitince yine şeye benzer: kendisine! 
 Daha önceki ve daha sonraki Bozcaada deneyimlerimden edindiğim tecrübeyle söyleyebilirim ki konaklama için ben biraz Rum Mahallesi taraftarıyım...Yani şöyle ki; Bozcaada, küçük bir ada... Ve adanın esas sakinleri olan Rumlar vaktiyle tek bir yerleşim birimi, köy kurup, kışın bu köyde, yazları da adanın diğer tarafındaki bağ evlerine göçerek, kışlık ve yazlık olarak yaşarlarmış. Daha sonra Türklerin adaya sistematik olarak yerleştirilmesinden sonra (sistematikleşmesi 50'li yıllar olabilir) haliyle bir de Türk mahallesi kurulmuş. Bozcaada'lı göçmen bir Rum olan Dimitri Kakmi'nin adayla ilgili yazdığı Anayurt isimli romanda, ki ben kendisini Bozcaada müzesinden edinmiştim, ada tarihine, adanın 60'lı 70'li yıllardaki günlük yaşamına, Rum ve Türk halklarının yaşayışlarına dair pek çok bilgi edinebilirsiniz. Hem de birinci ağızdan...

Bozcaada Müzesi'nde çektiğim, adanın eski zamanlarına ait bir fotoğrafın fotoğrafı. Yılını hatırlamıyorum. Sonra vay benim bloğumdan mı aldın, vay kaynaksız fotoğraf mı koydun filan çekemem! :))
Tabi kitabı okuduktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak onu da söyleyeyim. Adaya başka bir gözle bakacak, insanların yurtlarından edilmesine, her tür ayrımcılığın ne kadar gereksiz bir şey olduğuna, sınır, savaş, kim ve hangi devlet yaparsa yapsın devlet politikalarına filan dair; kırık, buruk şeyler hissedeceksiniz. Sonra benim gibi Salhane'ye doğru, yamaç üzerinde yer alan küçük eski evlere bakıp, hep Kokona'nın evini tahmin etmeye çalışacak, en lirik anlarda bile ada rüzgarıyla içe oturan hüznün manasını kavrayacaksınız. 

Neyse içinizi baymayayım, kendiniz de okur öğrenirsiniz. Ne diyorduk, Rum mahallesi... Şu anki mevcut durumda konaklama için burayı tercih etmemin sebebi; Rum Mahallesi'nin yukarıda anlatılanlardan anlayacağınız üzere daha eski ve daha düzenli bir yapıya sahip olması. Evler genellikle iki katlı ve şu anki haliyle tesisat ve her bakımdan daha bakımlı. Ada'yı daha sonraki bir ziyaretimde Türk Mahallesinde bir pansiyonda da kaldım. Mesela ikinci kata su çıkmıyor, oda yosun kokuyordu. Ama tabi ki gezmek için o bölgenin de tadı ayrı, adanın karış karış her yeri çok güzel. Bütün sokakları, bütün yaşanmışlıkları anlamlı ve keşfe değer. Gezi geziverin durmayın öyle!

   Tekrar 2016 yazına ve adayı ziyaretimize dönüyorum. Biliyorum ki gezi yazılarındaki tavsiyeler çok manasız! Herkes kendi deneyimini yaşar, insanın kendi keşfi gibisi var mı ayol!? Ben sadece tarihe not düşmeye ve bizim neler yaptığımızı hatırlamaya çalışıyorum şuanda. Bence hiç bir anlatılanı ciddiye almayın çılgınca ve umarsızca keşfedin oh!

Mesela diyorlar ya, şuranın kahvaltısı güzel adaya giderseniz mutlaka sakızlı kurabiye yiyin bilmem ne. Valla zaten ada kahvaltı açısından "levıl" atlamış bir yer...Bütün pansiyonlar kahvaltıda el yapımı reçel, ev yapımı hamur işi yarışındalar. Bozcaada'da olup da kötü kahvaltı yapmış olmak imkansız kanımca. Tabi eğer sanki hepimiz her gün evde 152 bin çeşit ile serpme kahvaltı yapıyormuşuz gibi, bazı af buyrun, biraz sonradan görme bulduğum, orama da serp burama da serp kahvaltı tipinden hoşlanmıyorsanız, taze, ev yapımı, samimi ada kahvaltısını löp löp gömüp seversiniz bizim gibi:) 

Biz de yukarıda Ada'nın meşhur Çınaraltı kahvesinde son kahvaltımızı ediyoruz şekilde görüldüğü gibi çok mutluyuz:)
Valla o kadar çok şey var ki daha anlatılacak. Biz Esracım ile o yaz ki moral bozukluğumuz sebebiyle adanın iyileştirici gücüne açtık kendimizi. Salıverdik adanın serin sularına tüm iç karartmalarımızı. İnsan yaşama kalbini açmaya görsün,bir sürü iyilik gelir buluverir. Kalenin arkasındaki Salhane mevkinden denize girerken misal, Şafak Abla'yı tanıdık. Taşlara basamadığım için "ay uyy!" diye debelerken kıyıda, bana deniz ayakkabılarını verdi, "al bunları acıyacak ayakların" dedi. Öyle tanıştık. Adalıymış, her yaz gelirmiş, çarşının içinde evini tarif etti bize, bir gün mutlaka kahveye bekliyorum dedi. Bir kaç gün sonra gittik bulamadık evde, kahve nasip olmadı ama o gülen yüzü, güzel sohbeti yanımıza kar kaldı. Kahve kadar hatrı olur böyle hoş tesadüflerin de, neden olmasın!?:)

Canım Salhane! İşte şu çadırın yanından girmeye çalışıyorduk o gün denize!   
Bir gün de bisiklet kiraladık ve hala inanamıyorum ama adanın etrafında bir tam tur attık. Tabi kondisyonun ne möhim bişey olduğunu o gün öğrendim. Bisikletten indiğimde, Şener Şen'in attan düşen ve yürüyemeyen bir film karakteri vardı hani, işte öyleydim! :) Tabi Esra pire gibi olduğundan dolayı arada sırada arayı acayip açıyordu, sonra kıyamam ben ona yetişeyim diye bir bağ kenarında durup bir çilkim üzüm yiyordu. Onu çook uzaklardan 3 santim olarak üzüm yerken görebiliyordum. Yaklaşınca bana da üzüm veriyordu. Biraz durup yola devam ediyorduk. Bir kere de adanın rüzgar alan açık tarafına denk geldiği için kimsenin denize girmediği tenha bir kumsalda konaklayıp denize girdik. Kuruyup yola devam ettik. Dura kalka o turu tamamladık valla:) Evet yedik, iyi üzüm yedik! Artık bağ sahiplerinden okuyan olursa iki salkımı helal etsinler yani göz hakkı diye de bişey var !:)  

Sonra benim hiç yapamayacağım bir şey olarak, otostop çekip bazı az bilinen koylara da gitmeyi başardık. Esra dedi ki "çiftleri gözüne kestireceksin, onlar da muhakkak daha tenha yer arıyordur, küçücük adada ne olacak allasen" dedi. Gerçekten de tatlı bir takım çiftler bizi otomobillleriyle bir iki yere ulaştırdılar sağ olsunlar. Sonraki adaya gidişimizde ben de aynı lafları Roland'a söyledim. (Roland eşim olur.) Sonra hiç bir araba bize durmadı ve dolmuşla köye dönmüştük, yani lafı söylemekle kalmayacak Esra gibi becerikli de olacaksın anacım! :))    

Bakınız bu dolmuşla gidilen plaj...


Bakınız bu da otostopla keşfedilen plaj...İşte neden otostopmuş, bu yüzdenmiş!:) 

Tabi ki ada kapıları pencereleri önünde fotoğraf çekildik çünkü çekilmeyeni dövüyorlardır kesin diye düşündük!

     
     
Ama şu akşamüzeri yüryüşümüzü hiç unutamam! Adayı yukarıdan gören panoramik bir yer bulduk ve burada blogerlığın arkaik bir videosunu çektik. :))




Bir de Salhane Konserleri'nde o yıl Hüsnü Arkan konserine denk geldik. Ah o ne güzel konserdi öyle! Onun da videosunu eklemek isterdim ama blogger dedi ki uzun dedi yüklemedi. 

O zaman şu ağlayarak başladığımız ama denizin ve adanın renkli, huzurlu, sakin ellerinde iyileştiğimiz tatlı tatilimizi, ütüyle çekilen tüm fotoğraf ve videolara, geçmiş gün olduğu için tüm yaklaşık bilgilere, hatta onca şahane gezi bloğuna rağmen şuraya bırakıverelim. Canım arkadaşım Esra, bizim için...     


Bozcaada'dan o yaz, sevgilerle...